RUH VE BEDEN BİRBİRİNDEN AYIRT EDİLEBİLİR ANCAK BİRBİRİNDEN AYRIŞTIRILAMAZ – CARL JUNG
Madalyonun bir yüzünde ruh varsa, diğer yüzünde madde, yani bedenin var, der aslında Jung. 20. yüzyılın başından beri “genetik determinizm” DNA’mızın ne denli “şanslı” olduğuna odaklanarak bazı hastalıklara yatkın olup olmadığımızdan bahseder. Yani sanki kaderimiz daha doğumumuzda bellidir aslında. Ancak genetik determinizm aile geçmişimizi, yaşadığımız olayları, travma olarak içimize işleyenleri, alışkanlıklarımızı ve çevre faktörünü işin içine katmayı maalesef atlar. Bugünse epigenetiğin keşfettikleri bize artık genlerimiz hakkında çok farklı şeyler söylüyor. Elbette bir gen havuzundan oluşuyoruz ancak beslenmemizi, bedenimizi nasıl hareket ettirdiğimizi, ilişkilerimizi değiştirerek ve dönüştürerek gen ifademizi de değiştirebiliyoruz. Biyolog Bruce Lipton tam da bu çerçevede yaşam deneyimimizin bizi “hücresel seviyede” değiştirdiğini söylüyor. Yani, elbette ailemizden bazı yatkınlıklar miras aldık, ancak bu, onlara dönüşeceğimiz anlamına asla gelmiyor. Bu durum bizi, fiziksel hiçbir hastalığın sadece fiziksel olmadığı sonucuna da getiriyor. Bize sesini duyuramayan ruhumuz, “beni gör” demek için bedenimizi kullanıyor. Elbette kontrol edemediğimiz çevresel koşullar hepimizde var, ancak içimizdeki çocuğu yani ruhumuzu ihtiyacı doğrultusunda beslemek de bizim seçimimiz. Güvenli bağlar, sağlıklı ilişkiler, yediklerimiz, yaptığımız egzersiz, ifade ettiğimiz düşüncelerimiz, düşüncelerimizden doğan duygularımız; bizi biz yapan ve dönüşmesi gereken her şeyi dönüştürebiliriz. Dr. Lipton’un dediği gibi “hayatın kurbanı” düşüncesinden uzaklaşarak “hayatın yaratıcısı” olduğumuzla artık tanışabiliriz…